11 Nisan 2016 Tarihli Yazı
İmparatorluklar Savaşı
1492’de Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfinden sonra Avrupa ülkeleri başta İngiltere olmak üzere kıtada 13 büyük koloni kurdular. Avrupa’dan çoğu zaman kaçarak giden insanların ve kıtanın yerlilerinin emeklerini, alın terini, kazancını ve kıtanın kaynaklarını vergilendirerek, 18. yüzyıla kadar sömürdüler. Aynen dünyanın diğer bölgelerinde yaptıkları gibi. Kıtada hakim olan sistem İngiliz sistemi idi. Sonunda yüksek vergiler ve sömürüye karşı ayaklanarak, İngilizlere karşı altı yıl süren savaşlar sonunda bağımsızlığını kazanan 13 koloni, Amerika Birleşik Devletlerini kurdular. Fransız ihtilaline de örneklik teşkil eden ilk demokratik cumhuriyet olarak tarihe geçti. ABD’nin kuruluşunda ve sonrasında aslında çok bariz bir şekilde üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğunun izleri ve tesiri vardır. İngiltere ile hesaplaşma üstüne kurulmuş ama birçok yönden İngiltere taklidi etkili olmuştur. Yani temelinde kuvvetli bir imparatorluk perspektifi etkindir. ABD’nin kuruluşundan sonra bir iç savaş da yaşamasına rağmen kısa sürede bir süper güç olarak ortaya çıkmasında bu imparatorluk perspektifinin etkili olduğunu düşünüyorum.
Aynı dönemlerde dünyayı kasıp kavuran, imparatorlukları paramparça eden ulusçuluk akımları ve uluslaşma süreçleri bütün bölgeleri parçalı siyasi yapılara dönüştürürken ABD, İngiltere, Rusya -ki Bolşevik ihtilaline rağmen imparatorluk eksenini kaybetmedi- ve Çin imparatorluk vizyonunu koruyarak 20. yüzyıla adım atmışlardır. Dünya politik düzenine ağırlığını kaybetmiş olarak giren Avrupa, 2. Dünya savaşından sonra Almanya’nın öncülüğünde ve Fransa’nın desteğiyle bir imparatorluk projesi olarak Avrupa Ekonomik Topluluğunu devreye sokmuştur. Daha sonra siyasi entegrasyonu da içeren Avrupa Birliği projesi aslında, dünya düzeninde var olan imparatorluklar arasına Almanya öncülüğündeki Avrupa imparatorluğunu yerleştirme projesidir. Almanya’nın dışlandığı 20. yüzyıl dünya düzeninde yer bulabilme çabasıdır.
20. yüzyıl, imparatorlukları devam eden bazı egemenlerin diğer imparatorlukları uluslara ayırarak parçaladığı ve küçük devletlere dönüştürerek tahakküm ettiği dönemdir. Dünyada meydana gelen hiçbir gelişme, değişim ve çatışma durumu ismi geçen bu egemen imparatorlukların güç mücadelesinden bağımsız değildir. 20. yüzyıl boyunca yaşanan çatışma ve savaşların sorumluluğu ABD, İngiltere, Rusya, Çin ve Almanya-Fransa ortaklığınındır. İnsanlık tarihi boyunca yaşanmış en kanlı yüzyıldır, en vahşi yüzyıldır.
21. yüzyıla girerken batının stratejisini anlamak ve bugün coğrafyamızda yaşanan acıların sebeblerini kavrayabilmek için derin ABD’nin stratejistlerine bakmak yeterlidir. Soğuk savaşın bitimi ile ortaya atılan iki tez aslında bugün yaşananlara temel teşkil ediyor. Birincisi 1992’de Fukuyama’nın yazdığı “Tarihin Sonu” tezi ve ikincisi o tezin tamamlayıcısı mahiyetindeki 1996’da Huntington’un yazdığı “Medeniyetler çatışması”dır.
Fukuyama’ya göre insanlığın ulaştığı en kamil noktaya gelinmiş, batının ürettiği liberal demokrasi bir yönetim biçimi ve yaşam tarzı olarak baskın bir zafer kazanmıştır. Bütün ideolojiler, yaşam tarzları ve siyasal sistemler batı öncülüğündeki liberal demokratik sisteme teslim olmuştur. Aslında bu tez tek kutuplu, tek eksenden yönetilen, tek yaşam tarzına dayanan yeni dünya düzeninin de temel çerçevesidir. Peki bu yeni düzene direnen olursa ne olacak? Bu sorunun cevabı da Samuel Huntington’un yazdığı ikinci tezde, medeniyetler çatışması tezindedir. Huntington muhtemel çatışma ve krizlerin medeniyet ve kültür değerleri üzerinden yaşanacağını söyleyerek aslında muhtemel sorumluların da baskın olan kültüre direnen diğer medeniyet ve kültür değerlerinin taşıyıcıları olacağını önceden ilan etmiştir. Açık olarak da İslam ve Müslüman toplumların birer tehdit unsuru olduğunu ifade etmiştir.
Bu tezlerin yazıldığı veya yazdırıldığı tarihlerde Batıda İslamofobi yoktu. El Kaide, Daeş veya Boko Haram gibi radikal örgütler yoktu. “İslami terör” gibi bir kavram literatüre girmemişti. Batıda çok marjinal küçük bir kesim dışında İslam’ı ve Müslümanları şiddet ve terör üretmeye meyyal potansiyel birer terörist ve tehdit olarak görenler yoktu. Avrupa’da Pegida ve benzeri İslam karşıtı örgütler yoktu. Irak ve Suriye işgali yoktu. Batının Müslüman mülteciler sorunu yoktu. Batı başkentlerinde patlayan “İslami terör” bombaları yoktu.
Şimdi hepsi var. Sorumlusu da önceden ilan edildiği gibi 21. yüzyıl yeni dünya düzenine direnen kültür ve medeniyetler. Hiç bir gelişme tesadüfi değildir. Açıkça görülmektedir ki batının bütün adımları planlı ve programlı. Batıyla ilgili değerlendirmelerde onların bu yüzünü hiçbir zaman göz ardı etmemek lazım. Planlarında düzeni bozabilme potansiyeli olan ve genlerinde imparatorluk vizyonu taşıyan bir milletin kim olduğunu hatırlamaması için tarihini unutturmak da vardı. Fakat artık çok geç kaldılar. Erdoğan bu millete kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini ve tarihsel misyonunu hatırlattı bile.
Yeni Türkiye bundan sonra yoluna asli kimliğine dönmüş olarak ve imparatorluk perspektifi ile devam edecek.